Amerikan futbolu ligi NFL’in final maçı Superbowl ismiyle anılıyor ve bu maçın devre arasında dev markaların en özene bezene hazırladıkları reklam filmleri yayınlanıyor.
Televizyon başında milyonlarca kişinin izlediği Superbowl’da bir reklam filmi yayınlamak, ortalama 4 milyon dolara mal oluyor.
2013’teki finalin üçüncü devresinde, San Francisco 49ers ve Baltimore Ravens maça devam ederken, bir anda elektrikler kesiliyor ve stadyum karanlığa gömülüyor.
Stattakiler ve televizyon başındakiler ne olduğunu anlamaya çalışırken, Twitter kullanıcıları bisküvi markası Oreo’nun attığı bir tweet görüyor:
Elektrikler mi kesildi? Sorun değil. Karanlıkta da yiyebilirsin.
Tweet’te bir de görsel var. Karanlıkta parlayan bir Oreo…
Tweet hızla yayılıyor, binlerce beğeni, retweet derken, Oreo, Superbowl için milyonlar harcayan çoğu markadan çok daha fazla gündem oluyor.
Belki de o gün bir milat oldu.
O günden beri markalar, sosyal medyada gerçek zamanlı etkileşim kovalıyor. Çoğu marka sosyal medyada bizlerle eğlenceli bir biçimde iletişime geçmeye çalışıyor.
Başarıyorlar mı?
Çoğunun yaptığı zevzeklikten öteye gidemiyor. Gerçek zamanlı etkileşim deneyenlerin çoğu da gerçek zamanlı olamıyor, geç kalıyor.
Sosyal medyada bu etkileşimi kovalamak gerekli mi, ayrı bir konu. Markanın vaadi ve iddiasıyla ilgisi olmayan gevezeliklerin aslında kimseye bir faydası yok. Ama bunu yapmak isteyen markaların da bunu etkili yapabilmek için bir rehbere ihtiyacı var.
Oreo mesela, o tweet’i nasıl atmış?
Oreo, Superbowl sırasında karşılarına çıkabilecek herhangi bir fırsatı kullanmak için, 15 kişilik bir ekibi hazır tutuyormuş. Yazar, tasarımcı, stratejist… Hepsi Acil Müdahale Mangası gibi bekliyormuş. Elektrikler kesilince de anında müdahale etmişler.
Sizin tüm pazarlama, reklam ve iletişim ekibiniz toplamda 15 kişi olmayabilir, normal. Oreo bir dev. Ama belirli ilkelere bağlı kalarak, zevzeklik yapmadan ve itici görünmeden, sosyal medyada daha “samimi” olabilirsiniz.
Aşağıda bunun için bazı ilkeler sıraladım: