1.
Hitler, Birleşik Krallık’a giden tüm gemilerin batırılmasını emretti. Emir yalnızca savaş gemilerini kapsamıyordu.
Herhangi bir Alman kaptan herhangi bir geminin İngiltere’ye doğru gittiğine karar verirse, geminin savaş ya da ticaret gemisi olduğuna bakmadan, geminin insan, yiyecek, yakıt ya da mühimmat, ne taşıdığıyla ilgilenmeden, gemiyi batırabilirdi.
Alman amiral Erich Raeder açık açık, düşman olarak gördüğümüz tüm gemileri, ticaret ya da savaş gemisi olarak ayırmadan, uyarı yapmadan torpidoyla vuracağız, açıklaması yaptı.
Hitler’in amacı İngiltere’yi aç bırakarak teslim olmaya zorlamaktı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya, Fransa’yı da işgal edip gözünü İngiltere’ye dikti. Hitler, İngiltere’yi savaşmadan teslim alabileceğini biliyordu. Çünkü İngiltere bir ada ülkesiydi ve adada kendi kendilerine yetecek yiyecek, yakıt ya da mühimmat üretemediklerinin farkındaydı.
İngiltere’yi ayakta tutan, İngiliz limanlarına sürekli gidip gelen gemilerdi. Gemilerin adaya ulaşmasını engellerse, İngiltere kısa süre içinde yalvararak teslim olacaktı.
Bu yüzden Hitler, İngiltere’nin Almanya’ya savaş ilan ettiği andan itibaren, denizaltı gücünün büyük bir kısmını İngiltere’ye giden gemileri yok etmek üzere görevlendirdi.
İngilizler de savunma amacıyla ticaret gemilerini konvoylar halinde organize etmeye başladı. Konvoya İngiliz donanmasından savaş gemileri koruma olarak eşlik ediyordu. Devlet başkanının önünde, arkasında, sağında, solunda koruma araçlarıyla uzun bir konvoyla seyahat etmesi gibi, ticaret gemileri de bir koruma ordusuyla, konvoy halinde gidip gelmeye başlamıştı.
Ama Alman donanması dersini çok iyi çalışmıştı. Denizaltılar koruma ordusunu kolaylıkla aşıp gemileri batırmaya başladılar. Savaş başlamadan önce 1938’de İngiltere limanlarına gelen ithalatın büyüklüğü 68 milyon tondu. Hitler’in emrinden sonra 1941 yılında bu rakam, 26 milyona düştü. İngiltere zor durumdaydı. Başbakan Churchill, bir çözüm bulunmasını emretti.
1 Ocak 1942'de İngiliz Amiral Cecil Usborne, Komutan Gilbert Roberts’ı, bu sorunu çözmesi için görevledirdi.
Roberts hastalığı sebebiyle artık denize açılamayan iyi bir komutandı ve ondan beklenen, Alman denizaltı saldırılarını analiz etmesi ve yeni savunma taktikleri geliştirmesiydi. İngiliz savunması çok kolay aşılıyordu.
Roberts bu amaçla Liverpool’da, iki katlı bir sığınakta, Western Approaches Tactical Unit, kısa adıyla WATU’yu kurdu.
Raporları inceleyerek Alman denizaltı saldırılarını gerçek verilerle analiz edecek ve gemileri korumak için yeni taktikler üretecekti.
Ama büyük bir sorunu vardı, çünkü ekip kuramıyordu. Bu konuda kafa yorma kapasitesi olan subayların tamamı denizde, savaştaydı.
Roberts biraz da mecburiyetten, kendine alışılmadık bir ekip kurdu.
2.
Halk arasında adı Wrens olarak bilinen Women's Royal Naval Service, İngiliz donanmasının kadın koluydu. Çoğunlukla aşçılar, sekreterler ve telgrafçılardan oluşuyordu. Radar ve silah analiziyle ilgilenen kadınlar da vardı.
Tahmin edebileceğiniz gibi içlerinde denizci yoktu. Değil kurmay düzeyde taktik üretmek, hiçbiri ne denizaltı görmüş ne de denize açılmıştı.
Komutan Roberts, kendine bu kadınlardan bir ekip kurdu.
Seçtiği iki emekli deniz subayıyla birlikte Wren’den bazı kadın subayları ekibe dahil etti ve çalışmaya başladı. Genç kadınların en küçüğü 17, en büyüğü 21 yaşındaydı.
Liverpool’daki sığınakta kendilerine bir savaş oyunu düzeneği kurdular.
Yere tebeşirle büyük bir harita çizdiler. Minik maket gemileri ve denizaltıları yerleştirdiler.
Yan tarafa bir paravan hazırladılar. Paravana da küçük delikler açtılar.
Düzeneğe göre, paravanın arkasına geçenler, ticaret gemilerine eskortluk eden İngiliz donanmasına ait savaş gemilerini komuta ediyordu. Paravanın arkasında delikten baktıkları için, görüş açıları sınırlıydı. Tıpkı gerçek hayatta konvoya eskortluk eden gemilerin komutanları gibiydiler. Alman denizaltıların nereden nasıl saldıracağını göremiyorlardı.
Paravanın diğer tarafında haritanın üzerinde olanlar ise, Alman denizaltıları komuta ediyordu. Onların görüş açısı sınırsızdı, tüm haritayı görebiliyorlardı. Tıpkı gerçek hayatta konvoya saldıran Alman komutanlar gibiydiler.
Sırayla manevra yapıyorlardı.
Bu savaş oyunu düzeneğiyle, raporlardaki gerçek verilere dayanarak belki de yüzlerce kez geçmiş saldırıları tekrar tekrar simüle ettiler.
Sorular sordular, cevaplar verdiler, alternatifleri hamleleri deneyip sonucu gözlemlediler.
Sonunda, ahududuyu buldular.
3.
O güne kadar İngiliz komutanların, saldırıların konvoyun dışından yapıldığını varsaydığını fark ettiler. Oysa böyle olmamalıydı. Bu her şeyi değiştiren yanlış bir varsayımdı.
Eldeki verileri tekrar tekrar inceleyip raporlarda olan biteni tekrar tekrar canlandırdılar.
Alman denizaltıları dizel motorlarla ve pillerle çalışıyordu.
Dizeli yüzeyde kullanabiliyorlardı çünkü motorun hava solunumu yapması gerekiyordu.
Su altında kurşun piller kullanıyorlardı. Ama bu da hızlarını yarı yarıya düşürüyordu.
Yüzeyde saatte 17,7 knot (32 km/s) hızla gidebilen denizaltılar, su altında saatte 7,6 knot (14 km/s) hızla gidebiliyorlardı.
Konvoy genelde 20 kilometrekare büyüklükte bir alana yayılıyordu.
Torpidoların menzili 3 kilometreydi.
Saldırılar genelde gece ve konvoyun ortasına yapılıyordu.
Konvoy ortalama 18 km/s hız ile ilerliyordu.
Denizaltıların saldırıdan sonra torpidoları tekrar doldurmaları yarım saat sürüyordu. Doldurma esnasında yüzeyde olmuyor, derine dalıyorlardı.
Bu verilerle olan biten tekrar ve tekrar incelediler.
Gördükleri şu oldu: Hayır. Donanmadaki tüm komutanların varsayımı yanlıştı. Alman denizaltıları konvoya konvoy dışından saldırmıyordu, saldıramazlardı. Bu imkansızdı.
Tam aksine, konvoyun rotası üzerinde derinde pusuya yatıyorlar, konvoy üstlerinden geçerken torpidoları ateşliyorlardı.
İngiliz eskort gemileri o sırada panikle etrafa bakınır ve saldırırken, Alman denizaltılar derinde yavaş yavaş konvoyun gerisinde kalıyorlardı. O sırada torpidolarını dolduruyor, sonra da yüzeye çıkıp hızlanıp arkadan konvoya yetişip tekrar saldırıyorlardı.
Bu teori tüm savaşın seyrini değiştirebilirdi.
İngiliz savaş gemilerinin yapması gereken belliydi: Alman denizaltıların ilk ateşinden sonra ticari konvoyun ilerlemesine izin verip yavaşlamak, torpido değiştirmek için yarım saate ihtiyacı olan ve derinde geride kalan Almanları bekleyip geride avlamaktı.
Yüzlerce kere deneyip taktiklerinden emin oldular. Taktiğin adını da ahududu koydular. Konvoydaki gemilerden biri telsizde ahududu dediği anda, tüm gemiler taktiği uygulamak için harekete geçecekti. Parola, ahududuydu.
Ama yukarıyı ikna etmeleri gerekiyordu.
Kasım 1942’de, yeni taktiği anlatmak için konvoyların başkomutanı Sir Max Horton’u WATU’ya davet ettiler.
4.
Konvoyların başkomutanı Sir Max Horton yeni taktiği dinlemek için WATU’ya geldi. Horton’a, oyunu birlikte oynamayı teklif ettiler.
Horton, Alman denizaltı komutanı olacak ve konvoya saldıracaktı.
Ekipten biri de paravanın arkasına geçecek, sınırlı görüşüyle delikten bakarak konvoy komutanı olacak ve yeni taktikle saldırıyı püskürtmeye çalışacaktı. Böylece taktiği canlı canlı göstermiş olacaklardı.
Başkomutan kabul etti.
Arka arkaya 5 oyun oynadılar.
Başkomutan 5 kez konvoya saldırdı.
5 oyunda da kaybetti, denizaltısı battı.
Başkomutan taktiği beğendi ve kendini 5 kez üst üste yenen, paravanın arkasındaki gizli komutanla tanışmak istedi.
Paravanın arkasından, 18 yaşındaki Wren subayı Janet Okell çıktı.
Anlatılanlara göre komutan biraz şaşırıp sinirlendi. Ama egosunu bir kenara bırakıp taktiğin başarısını kabul etti. Ahududu taktiğinin subaylara aktarılması ve konvoylarda uygulanmaya başlaması için emir verdi.
Savaşın bittiği 1945’e kadar 5000 deniz subayı WATU’da eğitildi.
Ahududu denizde, gerçek hayatta da başarılı oldu. Konvoylar İngiltere limanlarına daha rahat ve daha güvenli gelebilmeye başladı.
WATU yeni taktikler de geliştirdi. Bir sonrakine Ananas, diğerine de Muz ismini verdiler.
Mayıs 1943’te Almanlar, denizaltılarını Atlantik’ten çekti.
5.
Ahududu’dan herkes kendine göre bir ders çıkarır.
Kimi, Hitler’in yöntemini takdir edebilir. Düşmanın kaynaklarını kurutup gıdaya ve mühimmata erişimini kesip teslim olmaya zorlamak, binlerce yıllık bir savaş stratejisi.
Kimi, WATU’nun kurucusu Komutan Gilbert Roberts’ı takdir edebilir. Elinde “nitelikli” insan kaynağı olmayan Roberts, şikayet edip sızlanmak yerine, donanmanın kadın kolu Wren’den kendine bir ekip kurmuş. Kurduğu ekip de gayet başarılı olmuş.
Konvoyların başkomutanı Sir Max Horton da takdir edilebilir. Onlarca kişi önünde, ortamdaki en rütbeli kişi olarak, 18 yaşında genç bir kadına yenilmek, ki 1942 şartlarından bahsediyoruz, hem de 5 kez üst üste yenilmek…
Bugünün şartlarında bile o pozisyondaki birçok yönetici egosuna yenilip bu hikayenin seyrini değiştirebilir. Sir Horton ise olgunlukla karşılamış ve taktiğin kullanılmasını emretmiş. O gün için takdir edilesi bir davranış.
Ama benim dikkatinizi çekmek istediğim kişi, paravanın arkasındaki genç kadın: Janet Okell.
Başkomutanı üst üste 5 kez yenen 18 yaşındaki Okell, sekreterlik kolejinden mezun, daktilocu olmak için donanmaya katılan bir gençmiş. Hayatında ne gemi ne denizaltı görmüşlüğü varmış. Daha önce denize bile açılmamış.
Düşünsenize, daktilocu olmak için orduya katılıyor, kısa bir süre sonra deniz savaşları için taktik geliştiren bir ekibe dahil oluyor, sonra da “sir” ünvanlı üst düzey bir komutanla bire bir savaş oyunu oynuyor ve onu yeniyorsunuz. 5 kez üst üste…
Sonra da donanmadaki subaylara ders vermeye başlıyorsunuz.
Hepsi bir tarafa, çok daha küçük, sihirli bir an var.
Konvoyların başkomutanı Sir Max Horton’un ziyarete geleceği haberini alıyorsunuz. Ekip olarak aylardır çalıştığınız her şeyi o gün o adama sunacaksınız.
Başkomutanla bire bir savaş oyununu kim oynayacak, diye soruyorlar. Ben oynarım, diyerek ortaya atılıyorsunuz. Ya da sizin oynamanızı istiyorlar, itiraz etmiyor, tamam oynarım diyorsunuz.
İşte buna cüret diyoruz.